Oldum olası içsel yolculukları, bağlanmayı, mistisizmi ve
aşkı severim.
Aşkın insandaki en yoğun mistik duygu olduğuna inanırım. şık insanları bilge, derviş ve üçüncü gözü (feraset gözü) açılmış insanlar olarak görürüm.
Aşk acısının, evreni yaratan yüce bir güç varsa (kimse o) onun tarafından verilmiş bir tılsım olduğuna inanarım.
Aslında hiçbir dine inanmam. Dinciliğin insanlığı yozlaştıran akımlar ve güçler olduğuna inanırım. Papazları, hahamları ve imamları hiç sevmem. Bu kişilerin dünyadaki yoksulluğun, baskıların ve can sıkıntısının bekçileri olduğunu düşünürüm. Kiliselerde, camilerde, sinagoglarda içim boğulur, duramam. Ama zaman zaman içim daralınca,
aşk ırmakları tıkanınca, en yakın bildiğim insanların anlayışsızlıkları, bencillikleri ile karşılaşınca, hiçbir kadının benim
sevgime layık olmadığını anladığımda, bir güce, esirgeyen, şefkatle koruyan, sonsuz hoş görülü bir güce yakarıp, ağlamak, ruhumu ona açıp, onunla dertleşip, birleşmek isterim.
Alkol içimdeki mistik duygularımın kapısını açan tılsımlı bir anahtardır. İçimdeki o uzun yolculuğa alkolle başlarım. Alkol içimdeki lambanın ışığını yakar. Alkolle, 'ölmeden önce iyi insan' olurum. Hırslarım, kıskançlıklarım, dünyevi zaaflarım, bencilliklerim pençelerini içimden çeker. Alkolle
aşkın ve bilgeliğin yolları açılır. Geriye doğru rüya görmeye başlarım. Sevdiğim bütün kadınlar, çocukluk arkadaşlarım, mücadele dostlarım, unuttuğum kardeşlerim hepsi aklımdan, rüyamın sahneleri içinden birer birer geçer. Kalbimin çektiği filmdir o. Sevdiklerim, dostlarım, yakınlarım beni istedikleri gibi kırabilirler. Bencil ve hoyrat olabilirler bana karşı, olsun ben
aşk yoluna çıkmışımdır. Gözlerimi içime çevirmiş, alkolümü yudumlamış, içimdeki ışığı yakmış, rollerini
sevgililerimin, dostlarımın kardeşlerimin oynadığı filmi seyre koyulmuşumdur. İçimdeki o büyük yolculuk başlamıştır.
Geçenlerde, yazdığım senaryoda geçen bir tarikata gittim. Tophane'deki Kadir-i tarikatında zikir vardı. İki katlı ahşap bir evin ikinci katına çıktığımda 40-50 adam, 'Allah... Allah...' diyerek heyecanla büyükçe bir odanın ortasında dönüyor, dans ediyor, birbirlerine sarılıyor, heyecanlı sesler çıkararak kendilerinden geçiyorlardı. Zikirleri, yani mistik dansları iki, üç saat sürdü. Açıkçası bu adamların içinde bulunduğu ortamı, hiçbir şeye inanıp onun etrafındaki bu duygusal bütünleşmeyi tuhaf bir kıskançlıkla izledim. İşte kendilerine benim ve benim gibi birçok insanın bulamadığı bir manevi iklim yaratmışlardı. Kısa bir süre için de olsa birbirlerine derinden bağlanmışlardı...
Zikirden sonra hemen hepsinin yüzünde garip bir sevinç, bir hafiflik, bir arınmışlık vardı. Bizim gibi insanların arasında pek rastlanılmayan bir duygu iklimiydi söz konusu olan. Duydum ki bu tarikata meyhaneden gelip katılanlar varmış. Burada 'meyhane ile Tanrı arasında güzel köprüler' kuruluyordu demek ki. Burada mezhebin, dinin katı kurallarının çokça önemi yoktu. Hoşuma gitti. Bir kez olsun bu coşku dolu zikri yaşamak istedim. Belki kendimi omuzlarıma binen endişe yüklerinden kurtarırdım. Yakınlarımın, arkadaşlarımın, bencil arzularını, hoyrat sözlerini, düşüncesiz hareketlerini biraz olsun yüreğimden atar, şu gelip geçici dünyada birkaç saat olsun, yerçekiminden kurtulabilirdim. Ama nerede? Zikir bitti. Adamlar yüreklerinde hafifliği, o mistik coşkuyu atar atmaz, hemen birbirleriyle polemiğe başladılar. 'Sen niye iki adım öne çıktın? ', 'Siz arkadan geç geliyorsunuz.' 'Ayaklar tempolu değil.' 'İkinci grubun sesi duyulmuyor.' vs. vs. Tanrım meğerse o coşku yumağı hesaplı kitaplı bir folklor gösterisiymiş. Sıkıntılı bir müsamereymiş. Düşlerim alt üst oldu. Ben insanların kendi ışıklarıyla, ne hissediyorlarsa, içlerinden geldiğince zikir yaptıklarını ve özgürce hareket ettiklerini sanıyordum. Ama pek öyle değilmiş. Ben yakıştırmışım bütün bunları onlara. Üzüntüyle ayrıldım tarikattan. Bir meyhaneye girdim. Bir ufak rakı söyledim. İçimin ışığını yaktım. Başladım içimdeki rüyayı seyretmeye. Bugüne dek âşık olduğum kadınların yüzüne yaklaştırdım içimin ışığını. Tanrı da bendim, din de,
aşk da bendim...